Tarihçi Ahmet Anapalı: 94 Sene Önce Bugün Hanedan Sürgün Edildi

Tarihçi Ahmet Anapalı ''94 Sene Önce Bugün Hanedan Sürgün Edildi'' başlıklı yazısında Osmanlı Hanedanı'nın ülkeden sürgün sürecini ve gurbette yaşadıklarını anlattı.

İşte Ahmet Anapalı'nın o yazısı...

Bugün 3 Mart 2018. yani Hilafetin kaldırılışının 94. yılı. Son Osmanlı hükümdarı Sultan Vahideddin Han’ın yurt dışına “zorla” gönderilmesinden  sonra T.B.M.M. tarafından seçilen  Halife Abdülmecid Efendi’nin, 23 Ağustos 1944’te Paris’te Vefat edişinin 74. yılını bugünlerde yaşamaktayız.

1 Kasım 1922’de bin küsur senelik saltanat kültürüne son veren ve Osmanlı saltanatını ortadan kaldıran Saltanatın Kaldırılması kanunun meclisten geçmesini müteakip 3 mart 1924’de de bu yüce milletin şerefle yüzyıllar boyu taşıdığı, uğrunda öldüğü Hilafet makamı bir kanunla kaldırıldı.

Kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk, bebek tam 155 kişiydiler. Osmanlı hanedanının tamamı bu 155 kişiydi. TBMM’nin, 3 Mart 1924’te kabul ettiği “431” sayılı kanun gereği apar topar beş parasız Türkiye dışına çıkartıldılar.

Şehzadelere 24 ile 72 saat, kadınlara bir haftayla 10 gün arasında önem sırasına göre değişen süreler tanınmıştı. 4 Mart 1924 gecesi, İstanbul Valisi Haydar Bey ve İstanbul Polis Müdürü, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 3 Mart 1924 günü kabul ettiği kanun maddesi gereği Dolmabahçe Sarayına gelerek Abdülmecid Efendiye durumu bildirdiler. O gece sarayda ne kadar insan varsa hepsini arabalara bindirip Sirkeci tren garından İsviçre’ye kadar bütün Avrupa’yı dolaşan “SİMPLON” isimli trene bindirildiler.

İkişer bin İngiliz lirası ile sürgüne gönderilen hanedan mensuplarının Türk vatandaşlıkları ellerinden alındı. Türkiye’ye girmeleri, Türkiye’den hava yolları dahil transit geçmeleri ve Türk topraklarında gayrimenkul edinmeleri yasaklandı. Mal varlıklarının tasfiyesine karar verildi.

Sürgün,  hanedanın kadın mensupları için 28, erkekleri için 50 sene sürdü. Kadınlara 16 Haziran 1952’de Adnan Menderes döneminde çıkartılan bir kanunla hakları iade edildi. Erkekler ise bu haklara ancak 1974’deki genel af yasasıyla kavuşabildiler. Padişah torunlarının bir kısmı Türkiye’ye döndü, bir kısmı dönecek imkân bulamadıkları için yerleştikleri ülkelerde kaldılar.

            Osmanlı hanedanının sürgün dönemi son derece maceralı geçti. Çoğu hayatını çok zor şartlar altında sürdürdü. Beş parasız, yurtsuz, apartmanların bodrum katlarında, soğuk ve yağmurlu caddelerin kaldırımlarında, duvarlarından şırıl şırıl suların aktığı rutubetli odalarda can verdiler. İtildiler kakıldılar horlandılar, aç kaldılar. Buz gibi havalarda kamyon kasalarının içlerinde donarak öldüler, ama asla Türkiye ya da Atatürk aleyhinde en küçük bir söz söylemediler. Hamallık yaptılar, mezar bekçiliği yaptılar, inşaatlarda kum taşıdılar, lağım temizlediler, suikastlara kurban gittiler, açlıktan öldüler ama asla kimseye el açmadılar. Bugün pek çoğu, kimsesiz, duvar kenarlarında ölen sokakta yaşayan insanların ölülerinin gömüldüğü belediye mezarlarında yatmaktadır.

Sultan Reşad Han’ın torunu Emine Mukbile Osmanoğlu, sürgünde bulunduğu yılların değerlendirmesini yaparken;

“…Biz Söğüt’ten elde kılıçla çıkıp Viyana’ya kadar gidenlerin torunuyduk. Biz hiçbir vakit Türkiye’nin fenalığını düşünmedik. Ama bu memlekete 600 sene hizmet ettikten sonra bir gece ansızın hazırlanmamıza bile müsaade edilmeden apar topar kovulduk. Diş değiştirirken kovuldum, Saçlarıma ak düştüğünde geriye dönmeme izin verildi”. demektedir.           

Sultan Abdülhamid Han’ın torunu Osman Nami Osmanoğlu ise o zor ve acı dolu yılları şöyle tarif eder;

 “…Gurbeti, vatansızlığı anlayamazsınız. Hepimizin evinde Türk toprağı vardı. Yıllarca başucumda Çamlıca toprağı ile yattım. Aç kaldım, hamallık yaptım her işi yaptım. Keşke Türk topraklarında olsaydım da yine aç kalsaydım…”           

Sultan Beşinci Murat’ın torunu, Ali Vasıb Efendi ise duygularını ancak şöyle dile

getirebilir;

“…Biz sürgün Osmanlılar, her baharda bir kere daha ölür, diriliriz… Bütün gençliğimiz, en güzel hatıralarımız, İstanbul’un baharı ile süslenmiştir.”     

Hanedan üyesi 155 kişinin memleketi terk etmeleri için tanınan üç günlük mühlet içinde, tarihinde görülmemiş ve bir daha görülmesine imkân olmayan eşya şatışlarına şahit oldu. Hiçbir idrak ve akıl sahibi çıkıp da, asırlarca, dünyanın dört bir yerinden derlenip toparlanmış olan bu misilsiz, nadir, antika, bir parçası servetler değerindeki paha biçilmez eşyayı, sahipleri namına olsun veya memleket namına olsun, ele almak, değeriyle satmak, hatta icap edenleri bedelleri hazineden zamanla ödeyerek müzelere toplamak basiretini düşünemedi. Kapanın elinde kaldı. Yahudi, Rum, Ermeni simsarlar, daha sonra Amerika’ya, İngiltere’ hatta Rusya’ya aktarılan misilsiz eşyanın güya sahibi oldular. Meselâ Alman İmparatoru 2. Wılhelm’in Sultan Hamid’in kızı, Ayşe Sultan’a hediye ettiği muhteşem bir piyano, otuzbeş liraya, ‘Fresko’ ailesine satıldı.

Kırk sekiz odası olan Kuruçeşme’deki Halid Paşa Sarayı’nda bulunan eşyalardan, Paşa’nın bir gece içinde ayırmış oldukları, Yahudi Niyego’lar tarafından toptan 25 bin liraya alınmıştı. Ertesi günü Saraydan eşyalar taşınırken, bir başka alıcı grup Halid Paşa’ya 75 bin lira teklif etmişti. Paşa daha evvel söz verdiğini bildirerek, bir gün içindeki bu büyük kayba katlanmıştı. Sonradan duyulmuştu ki, 25 bin liraya alınan eşyalardan sadece bir satranç takımı, Hindistan’a beş bin altına satılmıştı.!     

Sultan Reşad’ın ve bir dönem Sultan Vahideddin’in başmabeynciliğini yapan Lütfi Simavi Bey, saraylardaki bu memleketten gitmekten kaynaklanan satış dolayısıyla, daha sonra Tanin gazetesindeki bir yazısında şöyle demektedir;

“…Eğer satış işinin vekâleti bir hayır kurumuna, meselâ Kızılay’a verilmiş olsaydı, veya bu mevzuyla asıl ilgilenmesi gereken Müzeler İdaresi ilgilenmiş olsaydı, inanıyorum ki, hem böyle büyük bir talana mani olunmuş olur, hem de müzelerimiz satılan eşya arasında bir daha elde edilmesine imkân olmayan çok kıymetli eserler ile zenginleşirdi. Ben sarayda başmabeynci sıfatıyla hizmet ettiğim seneler içinde, padişaha, şehzadelere, veliahdlara, sultanlara öyle değerli ve misli bulunmaz eşya ve hatıralar takdim edilmişti ki, bunların şimdi nerelerde oldukları bilinmez. Bunlar, padişahlar tarafından Hazine-i Hassa’ya bırakılan ve makam-ı saltanata ait olanlar haricinde, şahıslarına ait olanlar, oğullarına, kızlarına, gelinlerine, torunlarına, damatlara armağan edilmişlerdir.

Bu gibi eşya kolaylıkla nakli mümkün olmadıklarından ve Hanedan mensupları ise ancak beraberlerinde alabildikleri kadarını memlekete haricine götürmüş olma müsaadesine sahip bulunduklarından kalan eşya ne oldu? Ben merak sevki ile, bilcümle müzelerimizi ziyaret ettim. Üstad Halil Ethem Beyefendi’den kalan eşyanın nelerden ibaret olduğunu sordum. Bana teessüf ve keder ile bir daha yerlerine konulması mümkün olmayan nadir ve kıymettar eşyanın şunun bunun elinde kaldığını ve mühim kısmının yurt dışında olduğunu söyledi.”

Yazık hem de çok yazık…

ABD-Meksika sınırında 1 milyon göçmen yakalandı
İsrail güçleri Şam Kapısı'nın olduğu alanı kapattı
ABD'li Yahudiler İsrail için ırkçı dedi
Fransa'da en az 114 bin kişi aşı zorunluluğuna karşı gösteri düzenledi
Mescid-i Aksa'ya baskın planları, Arap ve Müslümanların duygularını provoke ediyor
Cumhurbaşkanı Erdoğan: Sele maruz kalan alanlar afet bölgesi ilan edilecek
İran'da susuzluk protestolarına müdahale: Ölü ve yaralılar var
Afganlar arası görüşmeler Katar'da yeniden başladı
Türkiye sınırı hattında kazdıkları ortaya çıktı
Avrupa'nın başörtüsü kararına Türkiye'den sert tepki